23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK
VE ÇOCUK BAYRAMI 23 Nisan 1920, Türk milletinin iradesini temsil eden Birinci Büyük Millet Meclisinin açıldığı
ve Türk halkının egemenliğini ilân ettiği tarihtir. Atatürk, 23 Nisan 1924'te '23 Nisan' gününün bayram
olarak kutlanmasına karar vermiştir. Bu tarihten 5 yıl sonra 23 Nisan 1929da Atatürk bu bayramı çocuklara
armağan etmiştir ve 23 Nisan ilk defa 1929 yılında Çocuk Bayramı olarak da kutlanmaya başlanmıştır.
1979'da, yine ilk olarak altı ülkenin katılmasıyla uluslararası boyuta taşıdığımız
bu millî bayramımıza, ortalama olarak her yıl kırkın üzerinde ülkeden gelen ve Türk çocuklarının
misafiri olan yabancı ülke çocukları da katılmaktadır. Dünyada çocuklarına bayram hediye eden ve
bu bayramı bütün dünya ile paylaşan ilk ve tek ülke Türkiyedir. Türk milletinin gönlünde, onun bağımsızlığının
sarsılmaz ifadesi olarak en önemli yeri işgâl eden 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, her yıl
yurdumuzda ve yurtdışındaki temsilciliklerimizde, bütün kurumlarımızda, okullarımızda ve
her evde çeşitli etkinliklerle kutlanarak millî birliğimizin kenetlenmiş ifadesini temsil etmektedir. Büyük
önder Atatürkün düşüncesinde çocuklar, milletin geleceğidir. Onlara duyduğu sarsılmaz güvenin ve büyük
sevginin ifadesi olarak, millî bayramımız olan 23 Nisanlanı çocuklara armağan etmiştir. Tarihimizin
gurur dolu sayfalarının yeni nesillerce öğrenilmesi ve Türk Devletinin devamını emanet edeceğimiz
yeni Cumhuriyet bekçilerinin bu bilinçle yetişmesi amacıyla 23 Nisanlar, önemli birer vesiledir. Milletimize
ve bütün çocuklara kutlu olsun.
Atatürk diyor ki:
Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin
başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da millî egemenliktir.
Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir
YIL 1910..
FRANSIZLAR YENI
BULUSLARI OLAN UÇAGI TANITMAK IÇIN TÜM ULUSLARDAN KATILIMCILARI DAVET EDERLER...
HERKES BÖYLE BIR ICATIN GERÇEKLESMIS
OLMASI NEDENIYLE SASKIN VE MERAKLIDIR...
DÖNEMIN OSMANLI HÜKÜMETINE DE KATILIMCI IÇIN HABER GÖNDERILMIS...
HÜKÜMET
ICATLARA OLDUKÇA MERAKLI OLAN ALI RIZA PASA YI GÖNDERELIM O MERAKLIDIR DEMISLER...VE DERHAL SARAYA ÇAGIRMISLAR...
KENDISINE
FRANSIZLARIN BULUSUNDAN BAHSETMISLER VE OSMANLI YI TEMSILEN GITMESINI ISTEMISLER...
ALI RIZA PASA BU NU BIZ YAPMALIYDIK
DEMIS IÇINDEN HAYIFLANARAK...
YALNIZ DEMISLER PASA YA DAVET 2 KISILIK YANINA 1 KISI DAHA AL ONU DA SEN BELIRLE DEMISLER...
ALI RIZA PASA BIRAZ DÜSÜNMÜS VE BIR DELIKANLI VAR ONU GÖTÜREYIM DEMIS...
NEYSE ALI RIZA PASA VE DELIKANLI PARIS'IN
YOLUNU TUTMUSLAR...
PARIS'TE OTEL E YERLESMISLER...VE BULUSUN GÖSTERILECEGI GÜN KALABALIK MEYDAN VE PIST HERKES MERAKLA
BEKLIYOR..DERKEN
PILOT HAZIRLIKLARINI YAPIYOR...ÜSTÜNE MONT GIYIYOR BIRDE GÖZLÜK TAKIYOR...UÇAK HAVALANIYOR...
PARENDELER TAKLALAR
MANEVRALAR MÜTHIS BIR GÖSTERI... PISTE INIYOR... ALKISLAR ARASINDA INIYOR UÇAKTAN...
HERKES KISKANÇ AMA SASKIN ....
BIR YETKILI BIR GÖNÜLLÜ ISTIYOR..PILOTUN ARKASINDA ONA ESLIK EDEBILECEK CESARETI OLAN..
BIZIM DELIKANLI ATILIYOR..
BEN BEN... TAMAM, DENIYOR VE DELIKANLIYA GÖZLÜK VE MONT VERILIYOR...
DELIKANLI MONTU GIYIYOR GÖZLÜGÜ TAKIYOR.. KALABALIKTAN
SIYRILMAK ÜZERE IKEN ALI RIZA PASA KOLUNDAN TUTUYOR..
BOSVER SEN BINME BIRAK BASKASI BINSIN DIYOR...NEDEN DIYE SORUYOR
DELIKANLI BIRSEY MI HISSETTINIZ.. YOK, SEN YINE DE
BINME EVLAT DIYOR... DERKEN BASKASI BINIYOR UÇAGA..UÇAK HAVALANIYOR
DELIKANLI ÖFKELI PASA YA ... PARANDELER..MANEVRALAR.. DERKEN UÇAK ALEV TOPUNA DÖNÜYOR VE PISTE ÇAKILIYOR..2 ÖLÜ...
DELIKANLI
PASAYA BAKIYOR HAYRETLER IÇINDE... PASA MAGRUR VE MUTLU BIR INSANI KURTARDIGI IÇIN...AMA BIR BASKASI ÖLMÜSTÜ....
AMA
KURTARDIGI BIR INSAN DEGILDI....
BIR ULUSTU...
ÇÜNKÜ DELIKANLI MUSTAFA KEMAL ATATÜRK' TÜ....
SUNAY AKIN'
DAN
|
| |
Kişisel Egemenlikten Milli Egemenliğe
(*)
Milli devlet ve tam bağımsızlık ilkeleriyle birlikte Atatürk'ün devlet anlayışının
temellerini oluşturan üçüncü ana ilke, milli egemenliktir. Milli egemenlik, devlet içinde en üstün buyurma kudreti olarak
tanımladığımız egemenliğin, millete ait olduğunu ifade eder. Bu anlamda milli egemenlik,
kişi veya zümre egemenliği ile, yani monarşik veya oligarşik yönetim biçimleriyle kesinlikle bağdaşamaz.
Tıpkı tam bağımsızlık ilkesi gibi milli egemenlik de, Atatürk'ün Milli Mücadele'nin ilk günlerinden
beri açıkça ortaya koyduğu, ısrarla vurguladığı bir temel ilkedir. Daha Erzurum ve Sivas Kongreleri'nde
ülke bütünlüğünün ve milli bağımsızlığımızın korunması için, "kuvayı
milliyeyi amil ve iradei milliyeyi hakim (milli güçleri etken ve milli iradeyi egemen) kılmak" esasının kesin
olduğu belirtilmiştir. Atatürk, Ankara'ya gelişinin ertesi günü (28 Aralık 1920) şehrin ileri gelenleriyle
yaptığı görüşmede bu konuda şunları söylemiştir:
"Bir millet, varlığı
ve hakları için bütün kuvvetiyle, bütün fikri ve maddi güçleriyle alakadar olmazsa, bir millet kuvvetine dayanarak varlığını
ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz...
Bu sebeple teşkilatımızda milli güçlerin etken ve milli iradenin egemen olması esası kabul edilmiştir.
Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli egemenlik..."
Padişahlığın
resmen kaldırılmasından hemen hemen iki yıl önce ve Büyük Millet Meclisi'nde padişahlık kurumuna
ilke olarak taraftar çok sayıda milletvekilinin bulunduğu bir dönemde çıkarılan 20 Ocak 1921 tarihli Anayasa
(Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) milli egemenlik ilkesini en açık biçimde ifade etmiştir: "Hakimiyet bila kaydü
şart (kayıtsız şartsız) milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını bizzat
ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. İcra (yürütme) kudreti ve teşri (yasama) salahiyeti milletin yagane
ve hakiki mümessili olan Büyük Millet Meclis'nde tecelli ve temerküz eder (belirir ve toplanır)." Bu ifadelerin monarşik
meşrulukla bağdaşmasının mümkün olmadığı, o an için adının konulması
sakıncalı görülmüş bile olsa, Büyük Millet Meclisi Hükümeti'nin gerçekte milli egemenliğe dayanan bir
cumhuriyet olduğu açıktır. Milli egemenlik ilkesi, 1924, 1961 ve 1982 tarihli daha sonraki anayasalarımızdan
da temelini oluşturmuştur.
Atatürk, Milli Mücadele'nin başlangıcından, kendisinin hayata veda
ettiği ana kadar, her fırsatta milli egemenliği Türk toplumuna benimsetmeye çalışmış, her
zaman kişisel yönetimin sakıncalarıyla milli egemenliğin üstünlüklerini çarpıcı şekilde
karşılaştırmıştır. Çağdaş bir topluma ve çağdaş bir devlete yakışan
yönetim şekli, ancak milli egemenliğe dayanan sistemdir. Saltanatın kaldırılmasıyla ilgili Büyük
Millet Meclisi görüşmeleri sırasında söylediği şu sözler, bunun en güzel ifadesidir:
"Cihan
tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman devleti tesis eden ve bunların hepsini hadiselerde tecrübe eyleyen Türk Milleti
bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında
doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudretle yerini aldı. Millet, mukadderatını
doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve egemenliği bir şahısta değil, bütün fertleri
tarafından seçilmiş vekillerinden meydana gelen bir yüce mecliste temsil etti. İşte o meclis, yüce Meclisi'nizdir.
Atatürk'e
göre monarşik sistemlerde, "tacidarlar kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet farzederlerdi.
Bir de tacidarların etrafını alan menfaatçiler vardı. Onlar da padişahların zihniyetleri ile
zihniyetlenirler ve padişahın bu zihniyetini, bu arzusunu gökten inen bir emir, bir Kur'an emri gibi herkese telkin
ederlerdi. Bu gayet koyu ve sürekli telkinler karşısında hakikaten bir gün bütün halk, bu arzu ve iradelerin
yapılması lazım gelen ve kayıtsız şartsız gerekli, gökten inmiş iradeler gibi olduğuna
inanırlardı. Böyle idare ve egemenlikten vazgeçmeye rıza gösteren bir milletin akibeti elbette felakettir,
elbette musibettir". Atatürk'ün sözleriyle "yeni Türk devleti, bir halk devletidir. Müessesat-ı maziye ise, bir şahıs
devleti idi, eşhasın devleti idi". Bu şahıs devleti, Türk toplumunun tabii gelişme sürecini tıkamış,
onun gelişme potansiyelini engellemiş ve toplumu çöküntünün eşiğine getirmişti. Ülkenin kurtarılması
ve toplumun tabii sürecinde ilerleyebilmesi, "eşhas devleti"nin yerini "halkın devleti"ne bırakmasına
bağlıydı. Gene aynı yönde olarak Atatürk, 16 Ocak 1923'te İstanbul basın temsilcilerine şunları
söylemiştir:
Hadiseler ve tarihi tecrübelerimiz bize, milleti koyun sürüsü halinde keyfin, arzu ve ihtirasların
ve hiçbir suretle tatmin edilemeyen menfaatlerin elde edilişine sürüklemekle mahvına yol açar mahiyete dönüşen
idare tarzlarının artık memleketimizde tatbik yeri kalmadığını göstermiştir. Millet,
egemenliğini değil, egemenliğin bir zerresini dahi başkasına bırakmanın sebep olabileceği
felaketin, yok olmanın, hüsranın elemini her an kalp ve vicdanında hissetmektedir".
Atatürk'e göre milli
egemenlik, sadece padişahlığın değil, eski veya yeni bütün kişisel yönetim biçimlerinin karşıtıdır.
"Türkiye devletinde ve türkiye devletini kuran Türkiye halkında tacidar yoktur, diktatör yoktur. Tacidar yoktur ve olmayacaktır.
Çünkü olamaz... Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir
makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin
kalbi, vicdanı ve varlığıdır". Atatürk, milli egemenliği yeni devlet düzenimizin temeli olarak
görür. Toplum ve devlet hayatının temel değerleri, ancak milli egemenlik ilkesi altında gerçekleşebilir:
"Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin istikrarının ve korunmasının sağlanması,
ancak ve ancak tam ve kesin manasıyla milli egemenliğin kurulmuş bulunmasına bağlıdır.
Dolaysıyla hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası milli egemenliktir". Ve nihayet, milli
egemenlik, çağımızın önüne geçilmez, karşı konulmaz bir akımdır: "Milli egemenlik
öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine
kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar".
Atatürk'ün milli egemenlik ilkesine sadece
düşünceleriyle değil, derin kişisel duygularıyla da ne kadar bağlı olduğu, annesinin ölümünden
birkaç gün sonra onun mezarı başında yaptığı şu konuşmada gözlemlenmektedir: "Valdem
bu toprağın altında, fakat milli egemenlik ilelebet payidar olsun. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur...
Valdemin mezarı önünde ve Allah huzurunda and içiyorum, bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve belirttiği
egemenliğin muhafaza ve müdafaası için icabederse valdemin yanına gitmekte asla tereddüt etmeyeceğim.
Milli egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun".
(*) Prof. Dr. Ergun
ÖZBUDUN
Batı kamuoyundaki Ermeni soykırımı iddiaları
bugüne kadar doğruluğu ispatlanmamış olan hatırat türü sübjektif bazı yayınlara dayanmaktadır.
Halbuki "Tarih belge ile yazılır" hükmü, tüm dünya bilim alemince kabul edilen bir gerçektir. Çünkü arşivlere
dayalı bilimsel çalışmalar önyargı ve siyasi yaklaşımları ortadan kaldıracaktır.
Arşivler, diğer tarihi kaynaklar arasında gerçeği en objektif şekilde yansıtan otantik belgelerdir.
Bu nedenle Batı ülkelerinde siyasi bir yaklaşımla ele alınan Ermeni konusunun tarihin asıl kaynaklarına
inilerek değerlendirilmesi gerekir. Tarihi konular ve olaylar hakkında hüküm verebilmek için, tarihin otantik kaynakları
olan arşivler, tarih araştırmacıları için gerçek belge niteliğindedir. Türk arşivlerinde
araştırma yapmadan yazılacak bir bölge ve dünya tarihinde muhakkak eksikler olacaktır. Ermeni konusu hakkında
Batı ülkelerinde yapılan yayınlar birinci elden kaynaklara dayanmadığı için maalesef eksik,
hatalı ve sübjektif olmuşlardır. Halbuki Türk arşivlerinde Ermeni konusu ile ilgili milyonlarca belge
vardır. Bu belgeler olayları objektif bir şekilde aydınlatacak mahiyettedir. Belgelerin tarihi gerçekleri
siyasi, ideolojik ve önyargılı yaklaşımlardan uzak, bilimin ışığında aydınlatılmasına
yardımcı olması amacıyla bu sayfa hazırlanmıştır. |
|